Görsel Tasarım: Barış Bürüncük
Tarih insanların sahip oldukları manevi değerlerin, inançların ve geleneklerin pek çok örneğiyle doludur. Geleneklerin nesillere aktarılması, bu nesiller tarafından kabul görülmesi, bunun bir yaşam tarzına dönüşmesi ve hayatın her alanında yer edinmesi ise ayrıca tartışılacak bir konudur.
Yaşamın var olduğu günden beri insaların topluluklar halinde yaşamaya başlamasıyla birlikte çeşitli gerekçelerle toplulukların kontrol edilmesi, yönetilmesi ve bir arada tutulabilmesi için geliştirilmiş yönetim biçimleri vardır. Bunların yöntemi, uygulanması farklı olsada temelde hepsinin sağladığı yegane olgu ”Güç” olmuştur.
Güç sahibi toplumunu yönetebilmek ve dengeleri koruyabilmek için yönetim modellerini geliştirmiştir. Bunlar bazen yiyecek, bazen silah, bazen para, bazen aile ilişkileri, bazen iş ama en çok ta din olmuştur. Din; toplumların içindeki ilkel birey ve grupların yönetilmesinde kullanılan en yaygın ve kolay yoldur. İnsanların yaşamın başladığı günden beri ilahi güce karşı zaafiyeti, inancı ve kendi zihinleri ile yaratılış anını tasvir edemeyişleri bu konuda kolay inanmalarına ve buna bağlı olarak kolay yönetilmelerine vesile olmuştur.
Toplumları kontrol altına alıp, bilinçsiz nesillerle, yanlış empoze edilmiş bilgiler ve toplumun dışından getirilmiş geleneklerle tanrı adına çalıştığını bildiren, kadim kitaplarda, kutsal kitaplarda ve semavi dinlerde tarif edilen tanrı adaleti ve ilahi barış kavramlarından çok uzak, şatafatın bir hayat tarzı olduğunu yaşam şekliyle bize gösteren bir güruh ortaya çıkar oldu.
Din kavramıyla toplumları kontrol altına alıp yönetmek aslında son yüzyılın bir sorunu değildir. Antik Mısır’dan Sümerlere, Mezopotamya’dan Arap yarımadasına kadar dünyanın pek çok yerinde neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Temel toplum bilincinin yayılması gereken günümüzden tutunda mağaradan evrilip, dışarda barınmayla başlayan düzensiz yerleşik toplumlarda da din yada din benzeri kavramlar ortaya çıkmıştır.
Aslında ilk mülkiyet hakkının iddia edildiği zamanlardan günümüze kadar, ülkelerin güç ve toprak korumak amacıyla çıkardığı savaşlarda özellikle iç karışıklık ve toplumsal ihanetlerin oluşturulmasında hep bu kavramlar kullanılır ve maalesef bilinen dünya tarihinde bu hep başarılı olmuştur.
Bu yönetme biçimi beraberinde mülkiyet edinme kavgaları, toplumsal şiddet, bireylerin ve cinsiyetlerin toplumda ötekileştirilmesi gibi birlikte yaşama olgusunu darmadağın eden yıkıcı bir yöntemdir.
Aynı coğrafyada bir birinden sonra yaşamış toplumların bir önceki uygarlıkların efsanelerine, inanç yöntemlerine, ibadet ritüellerine birebir benzeyen fakat farklı şekillerde isimlendirdikleri, yönetenin, mağdurun, kazananın ve belirsizliklerin hep aynı olduğu art arda süre gelen bir baskı ve kontrol uygulaması olarak devam eder.
Söyle ki; Hz. İsa’nın havarilerinin ihaneti aslında temelde yaşadığı toplumda hüküm süren inanç, siyaset ve yönetimin kendi gücünü koruyabilmek ve en büyük güç olma becerisini devam ettirmek için uygulanan bir yöntemdir. Herkes için Yahuda bir haindir fakat Yahuda aslında bir güce karşı kendini koruma ve zaaflıklarını pazarlık konusu yapma gafletinde bulunmuştur. Bu ihanet yeni doğmuş bir din ve henüz dünyaya kendisini duyurmuş bir peygamberin fiziksel olarak ölmesine fakat felsefe ve inanç yapısı olarak günümüze kadar yaşamasını sağlamıştır.
Baskı her zaman kontrol altına alıp kolay yönetebileceğiniz sonuçlar çıkarmaz. Bazen baskı özgürleşmeyi sağlar. Bireylerin özgürlük fikri toplumların içerisinde gruplaşmaları oluşturur. Örgütlü gruplar ise sistematik bir yapıyla birleşerek güçlenir ve baskı noktasını kırarak toplumun üzerindeki kara bulutları dağıtır. Bu aşamadan sonra aslında din olgusu tekrar devreye girer ve sonsuz bir döngü gibi baskı-isyan çemberinde toplumu yıllarca oyalar.
Kavramsal baskıların, yönetenlerin güç sarhoşluğunun, gösteriş ve sahip olması gerekenden fazlasına sahip olmanın toplumda sadece bu çarkın içinde bulunanlarda bir karşılığı vardır. Toplumun geri kalanı bu çarkın dışındadır ve gerektiği zaman bu çarkı kırabilir.
Günümüzde hala yaşamaya devam ettiğimiz bu kısır döngüler daha ne kadar sürer, toplum bu gerçekten kendi kabuğunu kırıp örgütlü mücadele ile haklarını alabilir mi bilinmez… Görünen o ki son akşam yemeğinde Hz. İsa’nın içtiği şarabın zihnini bulandırdığı ve düşüncelerini körelttiği aşikâr. Kim bilir belki de şarap yerine rakı içseydi başka bir karaktere bürünüp ihanetin önüne geçebilirdi.
Belki de son akşam yemeği bir Kıbrıs meyhanesinde olsaydı bütün bunlar başımıza gelmezdi…